30 Haziran 2010 Çarşamba

FT - Martin Wolf - This global game of ‘pass the parcel’ cannot end well

... So here are four such games. The first is played within the financial sector: the aim of each player is to ensure that bad loans end up somewhere else, while collecting a fee for each sheet unwrapped along the way. The second game is played between finance and the rest of the private sector, the aim being to sell the latter as much service as possible, while ensuring that the losses end up with the customers. The third game is played between the financial sector and the state: its aim is to ensure that, if all else fails, the state ends up with these losses. Then, when the state has bailed it out, finance can win by shorting the states it has bankrupted. The fourth game is played among states. The aim is to ensure that other countries end up with any excess supply. Surplus countries win by serially bankrupting the private and then public sectors of trading partners. It might be called: “beggaring your neighbours, while feeling moral about it”. It is the game Germany is playing so well in the eurozone.

What have these four games to do with the G20 summit? In a word, everything. The first game scattered toxic assets across the financial system. The second left the non-bank private sector with a debt overhang and deleveraging. The third duly damaged the finances of states. The fourth helped cause the crisis and is now an obstacle to recovery. Above all, these games are all linked to one another and so have to be changed together. The G20 does understand this, but only up to a point.

19 Mart 2010 Cuma

Irak Seçimleri: Sonun Başlangıcı, Başlangıcın Sonu

Şanlı Bahadır Koç ajp1914@yahoo.com - 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 19 Mart 2010

Hükümet kurma sürecinde ittifakların iç uyumu test edilecek ve liderlerin kendi gruplarına ne kadar hakim oldukları ortaya çıkacaktır. Mevcut parti ve ittifaklardan kopmalar olması sürpriz olarak görülmemelidir. Önümüzdeki dönemde şaşırtıcı bazı u dönüşlere, “boşanmalara”, “mantık evliliklerine” ve “evlenmeden beraber yaşamalara” tanıklık edebiliriz.

Irak’ta katılımın % 62 olduğu seçim sonuçlarına nüanslardan arınmış bir şekilde kabaca bakıldığında Sünnilerin büyük ölçüde birlik içinde oldukları, Şiilerin laik/dinci diye bölündükleri ve Kürtlerin ise içeride ayrıştıkları ama dışarıya karşı birliklerini korudukları görülmektedir. Oyların yaklaşık % 80’i sayıldığında toplam oy sayısında çok az farkla da olsa Allavi’nin, çıkarılan milletvekili sayısında Maliki’nin, birinci olunan eyalet sayısında ise yine Maliki’nin (7) liderliğindeki grupların önde olduğu görülmektedir. Onu Allavi (5) ve dinci Şiiler (3) ve Kürtler (3) takip etmektedir. Başkent Bağdat’taki önemli üstünlüğü ve hükümet kurulana kadar geçecek aylarda başbakanlığı sürdürecek olması Maliki’ye başbakanlık yarışında avantaj getirebilecek faktörler arasındadır. Ama bu dönemde güvenlik durumunda kötüleşme yaşanırsa bu kartların tersine dönme ihtimali de olabilir.

Seçim sonrasındaki en önemli soru elbette Iraklı politikacıların bir yanda değişik etnik ve dini gruplar arasında, öte yanda merkez ile çevre arasındaki güç ve kaynak dağılımı, enerji gelirlerinin paylaşımı, güvenliğin sağlanması, Kerkük ve temel hizmetler gibi meselelerde gerekli uzlaşmaları sağlayıp sağlayamayacağıdır. Ülkede kazananın her şeyi almadığı, kaybedenin kendini tamamen dışlanmış hissetmediği, bakanlıkların “çiftlik” olarak görülmediği hesap veren bir “demokrasi” tamamen imkansız değildir. Ancak seçimden sonra Irak’ta siyaset çok kutuplu olmalıdır. Gücün çok büyük ölçüde Şiilerin tekelinde olması ülkenin acemi demokrasisinin sağlığı ve hatta ve bütünlüğü açısından sakıncalı olabilir. Önümüzdeki dönemde işgalden sonra iktidardan büyük ölçüde dışlanan Sünnilerin tekrar siyasi sürece eklemlenmeleri gerekmektedir. Bu grubun on yıllar ve hatta yüzyıllarca ülkeyi yönettikten sonra bir kez daha hükümetin dışında kalması sağlıklı olmayabilir. Ama onların da “o eski altın günlerin” geride kaldığını kabullenmeleri ve sayıları oranında etki ve güce razı olmaları gerekmektedir. Iraklı Kürtlerin de bu ülke dışında bir gelecekleri olmadığını ve kendilerinin ülke siyasetinin geçici ve sınırlı değil kalıcı ve tam bir oyuncusu olduklarını düşünmeleri gerekir.

Seçim sonrası dönemle ilgili aşağıdaki türden bir dizi önemli sual cevap: Hükümeti kimler kuracak ve başında kim olacak? Dışarıda kimler kalacak? Hükümet kurma sürecinde ve sonrasında şiddet artacak mı? Kurulacak hükümet gerekli yasalar konusunda uzlaşarak ve irade göstererek bunları Meclisten geçirebilecek ve uygulayabilecek mi? Ülke bir çok genç demokrasinin ölümünü hazırlayan yolsuzluk ve ahbap-çavuş ilişkileri batağından kurtulabilecek mi? Mevcut ittifaklar ve liderler seçim sonrası dönemde birlikteliklerini ve güçlerini ne ölçüde koruyabilecekler? Irak siyasetinde kısmi kimliklerin ötesinde Iraklılık kimliğini vurgulayan, federalizmi genel bir prensip olarak kabul etmekle beraber bunun merkezkaç eğilimleri güçlendirecek şekle bürünmemesini savunan unsurlar güçlenecek ve beraber çalışabilecek mi? Ülke üzerinde İran ve ABD arasındaki güç mücadelesi hangi şekiller alacak? Irak güvenlik güçleri ABD varlığı olmadan ülkenin güvenliğini sağlayabilecek seviyeye gelebilecekler mi?

ABD Yönetimi SOFA anlaşmasına göre tüm askerlerini çekmesi gereken 2011 sonrasında bile Irak’ta 30-40 bin civarında asker tutmaya devam etmek isteyebilir. Obama’nın kendisi çekilmek istiyor gibi görünmekle beraber yönetim ve askeri-sivil bürokrasi içinde sınırlı sayıda askerle de olsa kalma yanlısı olanların varlığı bilinmektedir. Bu askeri varlığın, a) İran’ın ülkeyi kontrol etmesi ihtimaline karşı, b) ülkenin tekrar 2007’deki gibi bir iç savaş ve kaos ortamına dönmesine karşı, c) Kürtler için, d) petrol için, e) bölgesel güç projekte etmek için ve f) psikolojik olarak, “bütün ödenen bedeller boşuna mıydı?” sorusuna cevap verebilmek için gerekli olduğu düşünülebilir. Hatta bu arada “bazı Amerikalıların” kalmalarını mümkün ve gerekli kılacak ortamı yaratmak için çaba harcama ihtimali bile vardır. ABD’nin artık Irak’ta çok az kayıp veriyor oluşu da kalmaya devam etme yönündeki eğilimleri güçlendirmektedir. Elbette Amerikan askerlerinin varlığının devamı Irak Hükümetinin ve Meclisi’nin onayını gerektirecektir. Irak’ta yapılan seçim sonuçları, hükümetin ve meclisin kompozisyonu, başka birçok şeyin yanında yukarıdaki konu nedeniyle de önemlidir.

Hükümet kurmak için tek bir parti ve ittifakın yetmeyeceği gibi iki ittifakın bir araya gelmesinin yeterli olacağı da şüphelidir. Öte yandan hükümet kurma sürecinde ittifakların iç uyumu test edilecek ve liderlerin kendi gruplarına ne kadar hakim oldukları ortaya çıkacaktır.Mevcut parti ve ittifaklardan kopmalar olması sürpriz olarak görülmemelidir. Örneğin, Yüksek Konsey ile Sadrcılar arasındaki beraberliğin devam etmesi kolay olmayabilir. Sadr grubunun beklenenin üzerinde performans göstererek 40 civarında milletvekili çıkarması halinde ittifakı içinde daha başat bir konuma geleceği, ISCI ile aralarında Irak’ta merkezi otoritenin gücü gibi konulardaki görüş ayrılığının belirginleşeceği ve bu durumda ISCI’nın Sadr’ın kesin şekilde karşı olduğu Maliki grubuna yanaşabileceği tahminleri yapılabilir.

Hükümetin kurulması sürecinde partiler ve ittifaklar için daha fazla milletvekili çıkarmak kadar potansiyel ortaklar ve liderler arasındaki elektrik ve kimya da önemli olacaktır. Irak hemen herkesin “kırmızı çizgileri”, derin antipatileri ve “kötü anıları”nın olduğu bir ülkedir. Bu dönemde partiler ve ittifaklar karşılıklı antipatilerini göz ardı etmeyi, program uyuşmazlıklarını uzlaşarak aşmayı, seçim kampanyasında bazı söylediklerini unutmayı başaramazlarsa hükümet kurma süreci beklenenden de uzun ve sancılı olabilir. Önümüzdeki dönemde şaşırtıcı bazı u dönüşlere, “boşanmalara”, “mantık evliliklerine” ve “evlenmeden beraber yaşamalara” tanıklık edebiliriz.

ŞİİLER

2007 sonrası dönem daha önceki 4 yılla kıyaslanamayacak kadar daha az kötüydü. Tüm kusur, eksiklik ve hatta kabahatlerine rağmen Maliki’nin bunda payı ve hakkı vardır. Maliki’nin kararlı ve otoriter tarzı ve/veya imajı güvenliğin arttığı dönemde uzun süredir kaos ve iç çatışma yaşayan Iraklılardaki istikrar ve güçlü lider arayışına cevap gibi görünmüştür. Ama bu durum bazı kesimlerde de diktatörlük, güvenlik devleti ve tek adamlık endişelerinin doğmasına neden olmuştu. Diğer gruplara kıyasla aslında iç uyumu en yüksek grup Maliki’nin Kanun Kuvveti ittifakıdır çünkü esas gövdesini Başbakan’ın Dava Partisi oluşturuyor. Ancak bu gerçeğe rağmen Maliki ile “sorunlu” o kadar çok Iraklı siyasi grup ve politikacı var ki, bazı gözlemciler hükümet kurmak için ortaklarının mevcut Başbakanı kenara itme ihtimalinden bile bahsedebiliyorlar.

Allavi, ittifakı içindeki Sünni Arap ve Türkmen unsurlar nedeniyle Kürtlerle ittifak yapması ilk bakışta en zor olacak lider olarak görülmektedir. Bu durum ilk başta bir Maliki-ISCI-Kürt ittifakını akla getirmektedir. Sadr grubu ile Allavi liderliğindeki Sünni ağırlıklı ittifakı beraber hareket edebilmeleri ve yanlarına küçük bazı partileri de almaları halinde Maliki ve Kürtler arasındaki potansiyel ittifaka karşı bir şansa sahip olabilirler. Ancak nihai sonuçlar belli olmadan bu tür faraziyelerin aritmetik şansı ve siyasi fizibilitesi hakkında kesin ifadeler kullanmak risklidir. Yukarıda da belirtildiği gibi Irak siyaseti çarpıcı sürprizlere açıktır ve hatta hükümetin kurulabilmesi önemli ölçüde beklenmedik ortaklıklara bağlıdır.

Büyük oranda fakir Şiilerden oy alan Sadr güneyde ve Bağdat’taki Sadr Şehri’nde etkilidir. Sadr Maliki’ye düşmandır çünkü Maliki orduyla Basra’da ona bağlı milislerin üzerine yürümüştü. Çelişkilerle dolu bir lider olan Sadr işgale en çok karşı çıkan Şii liderdi, ama Sünnilere en fazla saldıran Şiiler de (Bedr Tugayları ile beraber) onun milisleriydi. Muktada’nın hareketi üzerindeki kontrolünün derecesi tartışmalı olabilir. Kendisi hem Iraklılık vurgusu yapmakta, Irak milliyetçiliğine oynamakta ama öte yandan da İran’da yaşamaktadır.

Sadrcılar son dönemde Sünnilere karşı daha yumuşak bir dil kullanıyor. Muktada’nın Şiilikteki “birden geri gelen lider” motifine oynadığı düşünülüyor ama hep dışarıda olan bir liderin de ilgiyi üzerinde tutma ve grup içi disiplini sağlama konusunda zorlukları olabilir. Sadr grubu seçimde gösterdiği performansa ve yıllardır ABD ve Maliki güvenlik güçlerine karşı gösterdiği “dayanıklılığa” seçim sonrasındaki hükümet kurma sürecinde yaratıcılık ve esnekliği de ekleyebilirse bu durum onları şu ana kadar daha çok Kürtlerin üstlendiği kilit konuma yükseltebilir. Amerika’nın bir numaralı adamıyken şimdi de İran’ın adamı mı olan Ahmet Çelebi’de bu ittifakın küçük ama bazı durumlarda aldığı oyun çok ötesinde siyasi rol oynayabilecek bir üyesidir. Bazı Sünni adayların seçime katılmasını engelleme görevini İran’ın isteğiyle gerçekleştiren Çelebi’nin ittifakın Başbakan adayı olabileceği bile iddia ediliyor.

Sadr’ın yükselişi en az bir açıdan olumlu olarak görülebilir. Çünkü o ve grubu Kürtlerin başta Kerkük olmak üzere taleplerine genelde olumsuz bakmaktadır. Ancak, bu grubun Maliki ile arasındaki “nefret ilişkisi” düşünüldüğünde Maliki’yi “Kürtlerin kollarına itme” ihtimali de dikkate alınmalıdır. Uzun süre Kerkük ve benzeri konularda Kürtlerle gerilim yaşayan Maliki son aylarda muhtemelen seçim sonrası doğabilecek güç dengesini de dikkate alarak Kürtlerle ilişkilerini düzeltme yoluna girmişti.

SÜNNİLER

Yıllarca Amerika’ya karşı savaşan Sünniler şimdi ise Şii hakimiyetinde kendilerine “ekmek ve güvenlik” olmayacağından kaygıyla ABD’nin gitmesini istemeyebilir. Amerika da giderek Sünnileri Şiilere karşı bir denge unsuru olarak görmektedir. Sünniler askeri olarak yenildiler. Bununla yaşamayı öğrenebilecekler mi? Bu arada Sünniler orduya daha fazla eleman eleman vermek istiyorlar ama Şiiler bundan tedirgin oluyor. Sünnilere geçiş döneminde sayılarının biraz üstünde güç verilmesi belki işleri kolaylaştırabilirdi ama “biz kazandık, Sünniler bu durumu kabullensin” diyen Şiiler buna yanaşmıyor.

Sünniler Irak’ın Arap karakterini vurgulamak için Cumhurbşbakanı’nın Arap olması gerektiğini savunuyorlar. Şiiler ise bir Sünni’nin Cumhurbaşkanı olmasının makamın sadece sembolik önemi olmasına rağmen bu toplum tarafından rahatsızlıklarını dile getirdikleri bir “megafon” haline gelmesinden ve girişimlerine takoz olmasından endişeliler. Önümüzdeki dönemde Başkan yardımcılarının veto yetkisi olmayacak. Kürtlerin önümüzdeki dönemde Cumhurbaşkanlığı’nın konumunun daha da zayıflayacağını düşünerek bu kez Meclis Başkanlığı’nı elde etmeye çalışma ihtimalleri bulunmaktadır.

KÜRTLER

Kürtler hükümeti kimin kuracağını belirleyecek kilit aktör (“kingmaker”) olabilecek mi? Hükümete girme karşılığında Kerkük gibi konularda ödün alabilirler mi? Kürtlerin Kerkük’teki 12 sandalyenin 8’ini alarak buradaki pozisyonlarını hem somut hem de psikolojik olarak güçlendirme hedeflerine ulaşmaları zor görünmektedir. Kürtlerin Kerkük’te oylarının bölünmesi nedeniyle 70 bin civarında oy kaybına uğradıkları belirtiliyor. Değişim hareketinin 10 civarında sandalye çıkarabilecekleri düşünülüyor. Değişim (Goran) bölgesel seçimlerdeki başarısından sonra beklentilerin bir parça gerisinde kalmış olsa bile artık Kürt siyasi haritasının kalıcı bir unsu olduğunu kanıtlamıştır. Joost Hiltermman’a göre Goran yerel seçimlerdeki başarısını yineleyemeyecek çünkü Kürtler bu partiye sempati duysalar ve yerel seçimlerde % 25 oy vermiş olsalar da, “Kürt davasını” koruma konusunda gevşek olabileceğinden, diğer partilere yanaşarak Kürt blokunu zayıflatabileceğinden endişe ediyorlar. Ama Goran’ın Kerkük’te Talabani’yi geride bırakması ciddi bir ihtimal olarak görülüyor.

Kürtlerle ilgili bir başka önemli soru da son dönemde ilki lehine bozulan Barzani-Talabani dengesinin restore edilip edilemeyeceğiydi. KDP’li yetkililer Kürt ittifakının 40-46 arasında milletvekili çıkaracağını ve bunların 26-22’sinin KDP’ye gideceğini hesaplıyorlar. Bu beklentilerin doğru çıkması durumda KDP’nin başat konumu güçlenecektir. Bu nedenle partisi içinde bazı unsurlar Talabani’nin artık geri gelmesini istemektedir. Muhtemelen Barzani de Bağdat’ta kalmasını.

Artık Irak siyasetinde daha çok aktör vardır bu da teorik ve küçük bir ihtimalle de olsa Kürtleri dışarıda bırakan bir hükümeti mümkün kılmaktadır. Sünnilerin geçen seçimden farklı olarak boykot etmemeleri ve Goran hareketinin ortaya çıkışı Kürtlerin toplam milletvekili sayısını azaltacaktır. Ancak Kürtlerin dışarıda kalması Türkiye açısından bakıldığında olumlu mudur? Bu soruya net bir cevap vermek kolay değildir. Hükümet dışında kalmaları Kürtlerin kendi bölgelerinin farklılığını kanıtlamak ve güçlendirmek için kullandıkları Bağdat’taki pazarlık güçlerini azaltacağı için olumlu olabilir. Ama öte yandan da kendilerini sistemden dışlanmış hissederlerse ayrılıkçı dinamikler ve istekleri güçlenebilir. Kürtlerin önümüzdeki dönemde Cumhurbaşkanlığı’nın konumunun daha da zayıflayacağını düşünerek bu kez Meclis Başkanlığı’nı elde etmeye çalışma ihtimalleri de dile getirilmektedir. Seçim sonuçlarının yanında ve ötesinde General Odierno’nun 31 Ağustos’dan sonra da Kerkük’te asker bulundurmaya devam etmek istediği yönünde gelen haberleri dikkatle izlemek gerekmektedir. ABD’nin Kuzeye gelme niyeti var mıdır? Neden? Nasıl? Bu konuda Türkiye’nin fikri sorulacak mı? Yardımı istenecek mi? İzni alınacak mı? Önümüzdeki dönemde bu tür sorular ve ihtimallerin tekrar Türkiye’nin gündemine girmesi beklenebilir.

SONUÇ

Yorgun bir klişe ile ifade etmek gerekirse, seçimle beraber Irak siyasetinde kartlar tekrar dağıtılmaktadır. Tüm kusurlarına rağmen seçimde Iraklı seçmenler önemli bir sınav vermişlerdir. Irak siyasetinin normalleştiği, zenginleştiği ve belki de olgunlaşmaya başladığı ve ülkenin manşetlerde daha az yer aldığı bir döneme giriyor olabiliriz. Tom Ricks Irak’la ilgili esas olumsuz olayların daha yaşanmadığını iddia ediyor. Biz bu ihtimalin varlığını kabul etmekle beraber o kadar kötümser değiliz. Belli bir yanılma payı bırakarak denilebilir ki, Irak kimliğini vurgulayanlar güçlenmektedir. ABD’nin ülke üzerindeki etkisi ve ilgisinin giderek azalması daha yüksek ihtimal olmakla beraber tersi senaryoları tahayyül etmek de imkansız değildir.

Oyuncu sayısının ve türünün artması siyasi olasılıkları da daha çeşitli ve ilginç hale getirmektedir. Bundan sonra Iraklı siyasi elitlerin akılcılık ve yaratıcılık gibi meziyetlere ne kadar sahip oldukları test edilecektir. Bütün yaşananlardan sonra hala ve sadece “köşe kapmaca”, inat, ihtiras, şüphe ve nefret üzerine siyaset yapılırsa ülkenin tekrar o acı günlere dönmesi pekala mümkündür. Ama biz Iraklı politikacıların bu kadar kötü bir performans çizmelerini beklemiyoruz. Irak ders kitaplarındaki demokrasiler gibi olmasa da, fonda belki bombaların patlamaya devam ettiği ama kapalı kapılar ardında zorlu uzlaşmaların ağır aksak gerçekleştiği kendine has bir Orta Doğu demokrasisi haline gelmektedir.

9 Mart 2010 Salı

Ermeni Karar Tasarısı Üzerine Notlar, Yorumlar ve Öneriler

Ermeni Karar Tasarısı Üzerine Notlar, Yorumlar ve Öneriler - 8 Mart 2010

Şanlı Bahadır Koç - ajp1914@yahoo.com - 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü

Ermeni karar tasarısının Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi'nden geçmesinden sonra verilecek cevap Türkiye’nin “kolu bükülerek” yola getirilebilecek bir ülke olmadığını ve kendisine yapılan “yanlışların” en az aynı şekilde ve genelde fazlasıyla karşılığını bulacağını kanıtlamalıdır.

Cevap ayrıca gururumuzu tamir ve kolektif egomuzu tatmin etmeli, karşımızdaki aktörlerin daha ileri gitmesini ve bir daha bu yola tevessül etmelerini engellemeli ve aynı zamanda onları attıkları olumsuz adımları geri alarak telafi etmeye yönlendirecek şekilde olmalıdır.

Karar tasarısı ile ilgili Türkiye olarak bir caydırıcılık başarısızlığı yaşamış olabilir miyiz? Caydırıcılık bazen sanılanın aksine salt askeri değil, diplomasi dahil çok başka ortamda geçerliliği ve faydası olan bir kavramdır. Bu noktada parmakla kimseyi suçlama amacı gütmeden sadece anlamak için şu ihtimale dikkat çekmek gerekli olabilir: Acaba Türk yetkililer konu ile ilgili olarak Amerikan tarafı ile yaptıkları görüşmelerde tasarının geçmesi halinde Türkiye’nin ABD çıkarları aleyhine atacağı adımları yeterince berrak, güçlü, sık, zamanında ve dolayısıyla ikna edici şekilde belirtmemiş olabilirler mi?

Yuvarlak, zayıf, seyrek, vücut diliyle desteklenmeyen, geç gelen ve çelişkili uyarılar karşı tarafa tasarı geçse ve ABD Yönetimi bunu engellemek için yeterince çaba harcamasa dahi Ankara’nın atacağı adımların sınırlı ve dolayısıyla katlanılabilir ve göze alınabilir düzeyde kalacağını düşündürtmüş olabilir. “İlişkiler yara alır” türünden yuvarlak ifadelerle yetinilmiş ise bu karşı tarafı caydırmak için yetersiz kalmış olabilir. Daha net (“İncirlik’i kapatırız,”) kesin mühlet belirtilen (“hemen, anında”) değişik kanallarca arada çelişki olmadan tekrarlanan, kamuoyu önünde söylendiği için inandırıcılığı daha çok olan, zamanlaması geç olmayan ve dolayısıyla karşı tarafa düşünmek, tartmak ve doğru yönde harekete geçmek için zaman bırakan, doğru muhataplara iletilmiş uyarıların caydırıcılık etkisi daha fazladır.

Bu noktadan sonra vereceğimiz cevap güçlü, acıtıcı, hızlı ve inandırıcı olmalıdır ve TBMM’nin, medyası ve sivil toplum örgütleri ile Türk kamuoyunun ve Türk bürokrasisinin desteğinin arkasında olduğu hissettirilmelidir. Türkiye’nin “çekmecesinde” Komite’de tasarı kabul edildiği anda yürürlüğe hemen sokulacak adımlar sadece büyükelçiyi geri çekmenin ötesinde olmalıydı. Bu konuda gösterilecek ihmal, gecikme ve zayıflık karşı taraf(lar)ca anında not edilmektedir.

Vereceğimiz karşılığı dizayn ederken üzerinde kavramsal boyutta düşünmemiz, çalışmamız ve tartışmamız gereken meseleler, sorular ve değer tercihleri (trade-offs) arasında aşağıdakiler de yer alabilir:

- Bir tek alanda büyük çaplı bir karşılık vermek mi, yoksa bir çok alanda sınırlı tepki vermek mi?

- Bir kerede çok güçlü karşılık vermek mi, yoksa karşı taraf geri adım atmaz ise zamanla artan şiddette karşılıkları belli merhalelerle yürürlüğe koymak mı?

- Eğer zaman içinde artan şiddette adımlar atmayı seçersek, bu takvimi a) Amerikan yönetimine, b) kamuoyuna açıklamalı mı, açıklamamalı mı? İleride atacağımız adımları kamuoyuna açıklamanın ABD’yi zor duruma düşürme ihtimali ve “işin inada binme” riski olabilir.

- Karşı taraf hangi geri adımları atarsa bizim hangi adımlarımızı ne kadar geri atacağımızın önceden belirlenmesi.

- Vereceğimiz karşılığın bize de maliyeti olmasını göze almak mı, yoksa sadece bize bedeli olmayacağı belli adımları atmak mı? Genelde kendine de zarar gelmesini göze alarak verilen karşılıklar eğer sürdürülebilir olursa daha inandırıcı olabilir.

- Olur da muhataplarımız da gerilimi tırmandırma yolunu seçerlerse karşılık olarak atabileceğimiz adımların zihinsel etüdünün yapılması.

Vereceğimiz somut karşılık tasarıdan önce ve sonraki sözlü ifadelerimizin gerisinde kalırsa bu da diplomatik caydırıcılığımızı zayıflatır.

Vereceğimiz karşılık ayrıca üçüncü aktörlere de Türkiye ile gereksiz yere “bilek güreşine girmenin” olumsuz sonuçları olduğunu kanıtlamalıdır.

Verilecek karşılığın bazı durumlarda Türkiye’ye de bedeli olabileceğini şimdiden kabul etmeliyiz.

Zaman “soğukkanlı” görünme zamanı değildir. İtidal, ölçülülük ve soğukkanlılık dış politikanın genelde geçerliliği kanıtlanmış prensipleridir ama bunlar her durumda en “rasyonel” tercih değildirler. Bu kriz Türkiye’nin “delilikte metodik” (method in madness) olması gereken bir kriz olabilir. Çünkü Türkiye’ye hak etmediği, tahrik etmediği, gereksiz ve tarihi, gururu ve benliğiyle ilgili bir saldırı olmuştur. Gerilemekte olsa da hala tek süper güç olan ABD’ye karşı dik durulur ve ona geri adım attırılır ise, bu durum Türkiye’ye ciddi bir kendine güven, prestij ve inandırıcılık kazandırabilir. Aksi takdirde, bize yapılan rasyonelize edilmeye çalışılır ve sadece sembolik cevaplarla yetinirsek benzer saldırıları bir çok başka aktörden de görebiliriz. Zayıf olmak veya öyle görünmek her zaman yeni saldırıları davet eder.

ABD Türkiye’den çok daha güçlü bir devlet olabilir ama bu konuda kaybedecek daha çok şeyi olan ve dolayısıyla daha fazla mücadele etmeye ihtiyacı, hakkı ve gücü olan Türkiye’dir. Ama bu kadar kendisiyle ilgili bir konuda bile direnemez ve bize yapılan saldırılara karşılık veremezsek bu Türkiye’nin prestijine ve inandırıcılığına çok ciddi zarar verir.

* Sembolik değil ABD’nin hayatını zorlaştıran ve “canını yakan” somut ve güçlü karşılık vermek gerekmektedir. Verilecek karşılığın sözlü boyutta kalması ve sadece “orantılı” olması caydırıcılığımızı restore etmek için yeterli olmayabilir. Aşırı sakin, kontrollü ve kararsız bir görüntü kesinlikle verilmemelidir. Mantıklı ve rasyonel olmanın ölçülü ve orantılı tepki vermek gerektiği şeklindeki tuzağa düşmemek gerekir. Bu durumda rasyonellik abartılı ve orantısız tepki vermeyi gerektirir. Ancak bunun salt bir duygusal tepki olduğu görüntüsü vermek de yanlış olabilir. O zaman da Türkiye’nin bir sinir krizi geçirdiği ve bu geçince aklı başına geleceği düşünülebilir. Türkiye orantısız tepkisinin bu konuya verdiği önem, gücü, kendine güveni ve kendine zarar vermeye kalkanları ya da uyarılarını ciddiye almayanları cezalandırma yönündeki iradesinin sonucu olduğunu göstermelidir.

* Elçiyi çekmek, bazı temasları ertelemek gibi adımlar daha ciddi yaptırımların habercisi olduğu takdirde anlamlıdır ve tek başına Amerika’nın canını yakacak adımlar değildir.

Ayrıca bu hareketli dönemde elçinin orada kalmasının bazı faydaları olabileceği de düşünülebilir. Elçinin hangi şartlarda ve süre sonunda geri dönebileceğini şimdiden düşünmeliyiz. Yoksa bir iki küçük jest sonrasında birkaç hafta ya da ay içinde geri gönderilecekse – ki Başbakan’ın Nisan başındaki ziyareti gerçekleşecekse bu süre daha da az olabilir – bu adımın dikkat çekici, cezalandırıcı ya da caydırıcı etkisi çok sınırlı kalır.

* Yaşananlarda Beyaz Saray’ın, Ermeni ve Yahudi Lobilerinin, Ermenistan devletinin ve belki de İsrail devletinin rolü ve sorumluluğu vardır. Bu aktörlerin hepsi verilecek cevaptan gerekli şekilde nasibini almalıdır. Beyaz Saray Kongre’deki sürece müdahale etmeyerek ya da başka bir bakış açısına göre bunu çok geç, zayıf ve muğlak bir şekilde yaparak bir muhakeme hatası işlemiştir. Bunun bir bedeli olmalıdır. Bu bedel ve cezanın bir kısmı “iyi hal durumunda” geri çekilebilir olmalı ama bir kısmı da zihinlerde yer etmesi için kalıcı olmalıdır. Bir dahaki sefer soykırım konusunu tekrar Kongre gündemine getirmek isteyenler olduğunda –ki bu nerede ise kesindir- başta Beyaz Saray olmak üzere bir çok güçlü sesin, “aman, geçen denedik, bir şey kazanamadık hem de ciddi bir bedel ödedik, kalsın” demesini sağlayacak ciddiyette ve hafızalara yer edecek kadar güçlü ve kalıcı bir karşılık verilmelidir. ABD tüm gücüne rağmen gerileyen bir süper güçtür. Türkiye ise tüm zayıflıklarına ve iç karışıklığına rağmen yükselen bir bölgesel güç.

* İncirlik’teki Amerikan faaliyetlerine sınırlama getirmek, belli bir süreyle ya da süresiz olarak tamamen durdurmak ve üssü tamamen ve kalıcı olarak kapatmanın siyasi, askeri ve hukuki şartları etüd edilmelidir. Konuyla ilgili bizim önerimiz aşağıdaki gibidir: İncirlik’teki faaliyetleri basına haber vermeden ve şov yapmadan sadece Amerikalıların anlayacağı bir şekilde % 30 oranında yavaşlat (kalkıp inen uçak sayısı ve tipi, burada görevli ABD’li personel sayısı, görevleri vs hesaplanarak). Amerikalıların kulağına tasarı Temsilciler Meclisi genel kuruluna gelirse/gelince faaliyetlerin anında tamamen durdurulacağını, tasarının kabul edilmesi halinde ve/veya Başkan Obama tarafından “soykırım” ifadesi kullanılması halinde ise İncirlik’in tamamen ve kalıcı olarak kapatılacağını fısılda. Bir an önce bu yönde gerekli teknik, askeri ve hukuki etüdlerin hazırlanması direktifini ver.

* Bundan sonra ABD’den yapacağımız silah alımlarında komitelerde veya genel kurulda Türkiye aleyhine Ermeni tasarılarında oy kullanan milletvekili ve senatörlerin seçim bölgelerinde üretilen silahları alınmayacağını duyur.

* Karar tasarısının geçmesinde Ermenistan’ın da rolü olduğu düşünülürse bu aktörün canını yakacak adımlar da atılması gerekebilir. Ermenistan’ın mevcut ABD üzerinden Türkiye’yi zorlama tavrı sürerse protokollerin TBMM’den geri çekilmesi ve hatta belki de daha ileri bir adım olarak tam tersine hemen oylanması gibi adımlar düşünülebilir. Mevcut şartlarda protokollerin geçmeyeceği açık olduğuna göre bu da Ermenistan’ın içinde bulunduğu izolasyonu kırmasının başka bir bahara kalması anlamına gelecektir. Bunun yanında,

-Türkiye’deki Ermenistan vatandaşlarının yasal statülerinin daha sıkı izlenmesi,

-Ermenistan’ın Gürcistan üzerinden yaptığı ticareti engelleyecek, zorlaştıracak ya da en azından sınırlayacak adımların atılması,

-NATO gibi Türkiye’nin üye olduğu kurumlarda Ermenistan lehine olabilecek adımların engellenmesi,

- Azerbayacan ile siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilerin geliştirilmesi için yeni ve ciddi bir hamle yapılması,

- Azerbaycan’ın Karabağ sorunu ile ilgili yüksek perdeden yapacağı açıklama ve eylemlerin koordinasyonu, ortak askeri eğitim ve tatbikatların arttırılması, Minsk grubu ile ilgili hoşnutsuzluğun daha sık ve güçlü şekilde dile getirilmesi gibi adımlar düşünülebilir.

* Türkiye içinde yaşanan iktidar-muhalefet ve sivil-asker mücadelesi ne kadar ciddi olursa olsun verilecek cevapların güçlü ve etkili olmasını engellememelidir. İktidar değişik nedenlerle ABD’ye duyduğu ihtiyacın Türkiye’nin çıkarlarını koruma konusunda kendisini zayıf ve gevşek hale getirmediğini kanıtlamalıdır. Eğer Hükümet ülke içinde attığı ve atmayı düşündüğü adımlarla ilgili olarak Washington’un desteğine ihtiyacı olduğunu düşünerek vereceği cevabı sınırlı ve zayıf tutarsa bu çok ciddi bir hata olur. Hatta burada akla “hata” kelimesinden öte kelimeler de gelmeye başlar. Öte yandan muhalefet, asker ve kamuoyu da, Hükümetin bu konuda atacağı her ciddi adımın arkasında olduklarını ve bunun iç siyasi bir konu değil milli bir mesele olduğu duygusunu Hükümete ve dış aktörlere bir an önce vermelidir. Bu arada belki başta Ahmet Davutoğlu olmak üzere hükümetin de Ermenistan açılımının kendisinin değilse bile içerik, şekil ve zamanlamasının sorunlu ve hatalı olduğunu –sadece kendilerine bile olsa- itiraf etmeleri gerekir. Son yaşananlar bir kez daha göstermiştir ki, dış politikada iyimserlik tehlikeli, sürekli iyimserlik ölümcüldür.

Son olarak bazen artık geç olduğu düşünülse bile devlet kurumları, üniversiteler, düşünce kuruluşları, sivil toplum örgütleri ve başta ABD olmak üzere yurtdışındaki Türk derneklerinin konu ile ilgili lobi, propaganda ve kamu diplomasisi faaliyetlerine artan bir çaba ve dirençle devam etmeleri gerekir. Bu yönde çalışmalarda bir “argüman ve karşı argüman, kontak, üye, faaliyet ve performans” databankası kurulması ve bu yönde kapalı ve açık devre olarak wiki teknolojisi başta olmak üzere internet teknolojisinin yaratıcı ve kolektif şekilde kullanılması önemli olabilir. Başka şeylerin yanında, tarihi dönemle ilgili tezlerimizin yerel dillerde iyi yazılmış, kısa ve kolay tüketilebilir şekillerde broşürlere, köşe yazılarına ve editöre mektuplara yoğun şekilde yansıtılmasının kaybedildiği düşünülen kamuoyu savaşı üzerinde şaşırtıcı etkileri olabilir. Kararlılık ve mücadele, iyi organizasyon, yaratıcılık, birlik-beraberlik, güçlü liderlik her zaman başarılı olmaya yetmeyebilir ama bunlar olmazsa olumsuz sonuçlardan ancak şansımız nispetinde kurtulacağımız unutulmamalıdır.

1 Mart 2010 Pazartesi

Bütçe Açığı ve Amerikan Gerilemesinin Ekonomi Politiği

ZABDBütçe 21. Yüzyıl Enstitütüsü – 19 Şubat 2010 – Bu yazının son halini Dergi 21.Yüzyıl'ın Mart sayısında bulabilirsiniz Şanlı Bahadır Koç – ajp1914@yahoo.com


“Çukurdaysan Kazmayı Kes”: Bütçe Açığı ve Amerikan Gerilemesinin Ekonomi Politiği

Bir süre öncesine kadar ABD doları ülkenin gücünün nedeni, sembolü, aracı ve sonucu idi. Bugün ise ABD’nin bütçe açığı ve borcu Washington’un azalan gücünün nedeni, sembolü sonucu haline gelmiştir. Bütçe açığı ve borç Amerikan siyasetinin bir numaralı temel problemi olmaya başlamıştır. Borç ekonomik ve siyasi olmanın da ötesinde ahlaki ve kültürel bir meseledir. Bu yazıda ABD’nin bütçe açığı ve borç probleminin nedenleri, sonuçları ve muhtemel çözüm yolları üzerinde durmaya çalışacağız. Amerika sorumlu ve “yetişkin bir millet” mi, bugünkü nesiller gelecek nesillerin hakkını gasp mı ediyor, Amerikan kültürel DNA’sındaki aşırı iyimserlik kontrol edilmez bir boyuta mı vardı gibi sorular giderek daha sık sorulmaktadır. Amerika bu soruna bir çare bulamazsa “bir numara” olduğu günler tahmin edilenden de kısa bir süre içinde son bulabilir. Bu sorunun nasıl ele alınacağı Amerika’nın başka milletler tarafından ve gelecekte tarihçilerce nasıl görüleceğini belki de en fazla belirleyecek faktör olacaktır. Önce bir uyarı: Bu yazı rakamlara alerjisi olanlar için çok uygun olmayabilir. Milyar dolarla trilyon dolar arasındaki farkı küçümseyenler yapacak daha iyi bir şey bulabilirler. Geri kalan okuyucular ise emniyet kemerlerini bağlasalar iyi olur.


Winston Churchill Amerika’nın ancak bütün diğer seçenekleri denedikten sonra sonunda doğru şeyi yaptığını söylemişti. Bismarck ise “Tanrı’nın sarhoşlara, körlere, aptallara ve Amerika’ya bir nedenle acıdığı ve yardım ettiğini” belirtmişti. Amerikan siyasetinin son dönemde köklü ve zorlu problemlere yaklaşımında aşağıdaki aşamalardan geçtiği söylenebilir: Sorunu toptan yok saymak, sorunun varlığını kabul etmek ama boyutunu küçümsemek, sorunun boyutlarını da kabul etmek ama aciliyetini reddetmek, sorunun varlığını, boyutunu ve ivediliğini kabul etmek ama çözümün ne olduğunda anlaşamamak, ve nihayet gerekli adımlarda da sözlü olarak anlaşmak ama korkudan, liderlik eksikliğinden veya çıkar çevrelerinin engellemeleri nedeniyle hiç bir şey yapmamak ya da sadece sınırlı, kozmetik ve bütüncül olmayan yarım yamalak adımlar atmakla yetinmek. Bugün ülkenin karşı karşıya olduğu en büyük sorun gibi görünen mali disiplinsizlik ve borç konusunda da bu aşamaların teker teker yaşandığı söylenebilir. En kısa ifadeyle söylemek gerekirse Amerikalılar ürettiklerinden fazla tüketmekte, sattıklarından fazla almakta, giderek artan vahamette bir borç problemine saplanmaktadır. Bu durumun ABD’nin son dönemde hızla eriyen ekonomik ve siyasi gücüyle iki yönlü bir ilişki içinde olduğu görülmektedir. On yıllardır ve özellikle 2000’li yıllarda atılan sorumsuz bazı ekonomik ve siyasi adımlar gelecek nesillerin mevcut Amerikalılardan belirgin derecede daha az müreffeh yaşamaları ihtimalini ciddi bir olasılık haline getirmektedir. Sorun siyasi, kültürel, ekonomik ve demografik boyutları vardır. Bütün bunlara başta Asya olmakla beraber dünyada yükselen yeni güçlerin kabiliyet, cesaret ve aralarındaki işbirliğinin artması da eklendiğinde Amerika’da belki geçici ama bu sefer muhtemelen kalıcı ve geniş boyutlu bir gerileme psilolojisi yaşanmaktadır.

Ünlü tarihçi Niall Ferguson Batı dünyasının kolektif bir mali krizle karşıya olduğunu belirtiyor[1]. Obama’nın baş ekonomi danışmanı Lawrence Summers “dünyanın en büyük borçlu ülkesi ne kadar en büyük gücü olmaya devam edebilir?” diye soruyor. Başkan Obama “kırmızı mürekkebin” yani bütçe açığının geceleri uyumasını engellediğini itiraf ediyor. Ünlü siyasi yorumcu Mark Shields bütçe açığının milli karakter ve milli otonomi ile ilgili bir mesele haline geldiğini söylüyor. Eski Sayıştay Başkanı David Walker “sürekli kazandığından fazla para harcamak sorumsuzluk, başkalarının parasını onlar daha çok gençken ve oy verecek durumda değilken sorumsuzca harcamak ise düpedüz ahlaksızlıktır” diye konuşuyor[2]. Başkan Nixon’un Hazine Bakanı Herbert Stein’ın zamanında veciz bir şekilde dile getirdiği gibi, “bir şey devam edemiyorsa durur.”


Okuyucuyu rakamlara boğmak genelde risklidir. Ancak ABD’nin içinde bulunduğu “çukurun derinliğin”i net olarak orta koymak için çok sayıda sayıyı ardı ardına dizmek gerekli olabilir. Obama’nın 2011 için öngördüğü bütçesi 3.8 trilyon dolarlık harcama öngörüyor. Vergiler ise sadece 2.5 trilyon düzeyinde olacak. Bu da 1.3 trilyon dolarlık devasa bir açık anlamaına geliyor. Bu açık ekonominin onda birine yakındır ve Japonya ve Almanya dışında tüm ülkelerin bütçelerinden fazladır. ABD devleti bir süredir ekonominin % 20’sini harcıyor ama % 17’si kadar vergi topluyordu. Bu yıl harcamalar % 25’e çıktı. ABD’nin toplam borcu 12 trilyon dolar ve bu kişi başına 40 bin dolara tekabül ediyor. En iyimser projeksiyonlara göre bile ABD’de borç hep ekonomiden fazla büyüyecek[3]. Kongre Bütçe Servisi’ne göre ABD bundan sonra hiçbir zaman bütçe fazlası veremeyecek. ABD’nin borcu çok uzun olmayan bir dönem içinde (2-3 yıl içinde) psikolojik bir eşik olarak kabul edilebilecek ekonomisinin %100’ü seviyesine ulaşacaktır. Mevcut trendler devam ederse ABD’nin borcu 2038 yılında ekonomisinin iki katına çıkacak. Borç artarken faizler düşük olmasına rağmen faiz maliyetleri de artıyor. Bütçedeki salt borç faiz maliyetinin 2014 yılında 516 milyar dolara ulaşması bekleniyor[4]. Böylelikle faiz ödemeleri ülke içi federal harcamaları aşmış olacak. Sadece 12 yıl içinde borç faizi 2020 yılından sonra bütçenin en büyük kalemi haline gelecek.


Robert J. Samuelson’a göre 2011 ile 2020 arasında 45.8 trilyon dolarlık federal harcama yapılacak ama sadece 37.8 trilyon dolar vergi toplayabilecek. Bu 8.5 trilyon dolarlık bir toplam açık, yani harcamaların yaklaşık %20’si demek. 2020’de harcamalar 5.7 vergiler 4.7 trilyon dolar olacak. Bu tahminler büyük ölçüde ekonominin toparlanacağı gibi iyimser varsayımlara dayanıyor. Yukarıdaki 45.8 trilyon dolarlık harcamanın 20 trilyonu Sosyal Güvenlik, Medicare (65 yaş üzerindekiler için sağlık sigortası) ve Medicaid’e (fakirler için sağlık sigortası) yönelik olacak. Baby-boomer nesil 2020’lerde emekli olmaya başladıkça açıklar daha da büyüyecek[5]. Kredi derecelendirme kurumu Moody’s eğer mali durumunu düzeltmezse Washington’un kredi notunun tehlikeye girebileceği uyarısında bulundu[6]. Moodys’e göre eğer büyüme zayıf olur, faizler yükselir, devlet bankalara verdiği yardımı geri alamaz ve bütçe açığını kontrol altına alamazsa ABD’nin AAA kredi notu birkaç yıl sonra düşebilir.


On yıl önce bütçe 200 milyar dolar fazla veriyordu. Aradaki dönemde iki savaşla beraber savunma harcamaları kontrolden çıktı, Bush büyük ölçüde yüksek gelir gruplarını ödüllendiren muazzam vergi indirimlerini Kongre’den geçirdi, ilaç alımları ile ilgili büyük harcamalar kabul edildi, politikacılar seçim bölgelerine para akıtmak için birbirleriyle yarıştılar ve alakasız kanun tasarılarında milletvekilli ve senatörlerin rızasını almak için araya onların bölgelerine gerekli gereksiz federal harcamalar sıkıştırılıverdi (earmarks). Bunlara yaşlanan nüfusun Sosyal Güvenlik sistemine onlarca trilyon dolarlık ilave ve henüz karşılığı olmayan yükler getirmeye başlaması, durgunluktan çıkmak için yapılan canlandırma paketleri ve kriz yaşayan finans ve otomotiv sektörüne yapılan yardımlar da eklendiğinde dev bir mevcut ve potansiyel borç ortaya çıktı. Sağlık ve sosyal güvenlik harcamaları hızla artıyor ve artacak çünkü Amerikalılar daha uzun yaşıyorlar. Daha çok yaşadıkça da daha uzun süre emekli kalacaklar ve daha fazla süre, karmaşıklık ve dolayısıyla maliyet içeren sağlık problemleri yaşayacaklar[7]. Ülkede en azından görünen gelecekte yüksek kalmaya devam edecek gibi görünen işsizlik de başka bir sorun. İşsizlik şu anda %10 civarında ve en iyi ihtimalle bile uzunca bir süre daha % 8’in altına inmeyecek. ABD’nin 2007’deki istihdam düzeyine dönmesi için 10 milyon yeni iş yaratması gerekiyor[8]. Bu oranlar Avrupa’daki birçok ülkeye göre iyi gibi görünse de, ABD için geleneksel ortalamanın % 5 civarında olduğu ve ülkede sosyal refah sisteminin Avrupa’ya göre nispi zayıflığı dikkate alındığında ciddi bir kötüleşmeye işaret ediyor.

Borç arttıkça devletin özel sektörle borç alma konusunda yarışa girmesi, tasarrufları tek başına emmesi ve faizlerin yükselmesi gibi olumsuz ihtimaller var. ABD’nin kamu borcunun yarıdan fazlası yabancıların elinde. Çin sadece birkaç ay öncesine kadar ABD’nin en büyük kreditörü üidi ancak son dönemde ABD devlet kağıtlarına gösterdiği teveccühü azalttı ve “bu onuru” Japonya’ya bıraktı.


Elinde çok büyük miktarda ABD kağıdı olan yabancılar için giderek garip bir döneme girilebilir. Zira, bir yandan ABD’nin borcu döndürmesi ile ilgili şüpheler oluşabileceği için kağıtları elden çıkarmak isteyebilirler. Öte yandan, özellikle Japonya ve Çin gibi ülkeler, bu tür bir hamle(nin) daha ilk başta bile hem bu kağıtların hem de doların değerini düşürmesinden çekinebilirler. Bu ilginç bir paradoks ve açmaz olabilir. Çin ile ABD arasındaki borç ilişkisini tahlil ederken şu sözü de hatırlamak doğru olabilir: “Bankaya 10 bin dolar borcunuz varsa küçük bir probleminiz var demektir. Bankaya 10 milyon dolar borcunuz varsa bankanın büyük bir problemi vardır.”

Ama bu yabancı yatırımcıların giderek daha yüksek faiz talep etmeleri sürpriz olmayacaktır. Ayrıca ellerindekini satmasalar, yenilerini alsalar bile bu yeni alımlar eskisi kadar ya da ABD’nin ihtiyaç duyduğu kadar olmazsa Washington yine sorun yaşar. Son krizle beraber ABD içindeki özel tasarruf oranı eksiden artıya geçmiş olsa bile bu hala çok mütevazi düzeyde. Ayrıca ABD özel tasarrufunun büyük ölçüde kendi kamu borcunu finanse etmeye yönelmesi de büyüme için gerekli özel yatırımları azaltır.


Umut ekonominin tekrar büyümeye geçmesiyle beraber gelirlerin artması. Ama ya bu gerçekleşmez, gecikir ya da sınırlı kalırsa? O zaman ileriye dönük yapılan açık tahminleri bile aşılabilir. Bu durum ABD’nin borçlanmasında ciddi zorluklar ve ilave maliyetler yaratır. ABD’nin yukarıda bahsedilen tüm sorunlarına rağman hala reel olarak oldukça düşük faizle borçlandığını unutmayalım. ABD bu devasa borcu çevirmek için bir de yüksek faiz ödemek zorunda kalırsa işler iyice sarpa sarabilir. ABD’nin borcunun büyüklüğü kadar potansiyel borç vericilere verdiği güven (harcamalar kısılacak, gelirler artacak, borç geri ödenecek ve doların değeri korunacak mı?), yansıttığı ciddiyet ve disiplin, borç vereceklerin alternatif olarak yönelebileceği alanlar da faizin yönünü, dolayısıyla borçlanmanın maliyetini etkileyebilir.


ÇİN


ABD ile Çin “karınca ile ağustos böceği” gibi birbirine tamamen zıt özellikler göstermektedir.

Çin üretmekte, Amerika tüketmektedir. ABD borçlanırken Çin ise tasarruflarını yatırım yapmak ve borç vermekte kullanmaktadır. Tüneldeki Amerika’ya karşıdan bir ışık görünmüştür ama bunun çıkış ışığından çok süratle ABD’nin üstüne süratle gelen Çin hızlı treni olması çok muhtemeldir. Çin’in de kendi temel ve yapısal sorunları olduğunu unutmamakla beraber Washington’un bu yeni rakibinin yakın dönemdeki Sovyetler Birliği ve Japonya gibi düşman ve rakiplerden farklı bir büyüklük, kültür ve dinamizme sahip olduğunu dikkate almak gerekmektedir.

Bu tür uzun dönemli projeksiyonlara malum nedenlerle ihtiyatla yaklaşmak gerekmekle beraber, Nobel ödüllü bir ekonomistin tahminine göre Çin’in 2040 yılındaki ekonomisi 123 trilyon dolar olacaktır[9]. Bunun ne kadar bir büyük bir sayı olduğunu daha iyi anlamak için 2000 yılında tüm dünyanın ekonomik büyüklüğünün sadece 40 trilyon dolar olduğunu hatırlamak yeterli olabilir. Bu tahmine göre Çin 2040 yılında dünya ekonomisinin %40’ını üreterek AB’nin iki katı büyüklüğe ulaşmış olacak. ABD’nin küresel ekonomik payı ise %14’e inecektir.

Ayrıca zaten Çin’in ABD’ye “efelenmesi” için askeri güç ve ekonomik büyüklük olarak Amerika’yı yakalaması da gerekmemektedir. Yapısal, neredeyse kalıcı ve kültürel bir mesele haline gelen borç problemi nedeniyle ABD, Çin henüz büyüklük olarak kendisini yakalamadan çok önce bile Çin’e karşı ciddi bir bağımlılık geliştirmiştir. Bu elbette karşılıklı bir bağımlılıktır ama bu karşılıklığın asimetrik olduğu gerçeğini değiştirmez. Daha çok bağımlı olanın Washington olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Çin’in son dönemde Tayvan, İran, Tibet, küresel ısınma gibi meselelerde sesini daha çok ve sık yükseltmesi, dolara alternatif para önermesi, Amerika’nın baskılarına rağmen parasını değerlemeye direnmesi, ABD’yi mali sorumluluğa davet etmesi, Washington’un sorunlu olduğu ülkelerle yakın ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirmekten kaçınmaması gözden kaçmamaktadır.


İşin içinde nükleer silahlar olmasa idi Çin ile ABD arasında önümüzdeki on yılda askeri bir gerginlik yaşanması belki beklenebilirdi. Ama nükleer silahlar böyle bir şeyin yaşanmasını imkansız hale getirmese de çok büyük ölçüde zorlaştırıyor. ABD ile Çin arasında mücadele önümüzdeki dönemde “haritadaki bayraklar”, boru hatları ve askeri operasyonlardan çok döviz kurları, hazine kağıtları, faiz oranları ve gümrük duvarları üzerinden yaşanacak gibi görünüyor.


SİYASET


Hatırlamak gerekir ki, Başkanlık seçimi kampanyasında krizin çıktığı güz aylarına kadar açıklar gündeme bile gelmemişti. Gündeme geldiğinde de oldukça yüzeysel ve suni birşekilde tartışılmış ve durumun ciddiyeti, aciliyeti ve derinliği es geçilmişti. Amerikan siyasi sistemi temel meseleleri tartışma ve çözüme ulaştırma konusunda önemli zaaflar yaşıyor. Amerikan siyasetinde “kısa vade” ve en yakın seçim genelde ağır basıyor. Temsilciler Meclisi’nde iki yılda bir yapılan seçimler buradaki milletvekillerini hep kısa vadeyi düşünmeye itiyor. Uzun vadeli düşümek, “ayağını yorganına göre uzatmak” gibi temel prensipler dikkate alınmıyor. Seçmene karşı gerçekler ve riskler hakkında dürüst olunmuyor. Siyasetçiler seçmenleri eğitmek, yönlendirmek ve onlara liderlik etmek yerine onlara sadece “yağcılık” ederek şımartıyorlar. Ülke on yıla yakın bir zamandır pahalı ve yıpratıcı iki büyük savaş yürütmesine rağmen 1993’ten beri vergi artırımı olmadı, yeni vergi konmadı. Tam ersine Başkan Bush savunma harcamalarını rekor seviyelere taşımanın yanında, büyük oranda zenginlere yönelik vergi artırımlarını (bir çok Demokrat’ın da yardımıyla) Kongre’den geçirdi. Ayrıca yaşlılara yönelik sağlık harcamalarını da karşılığını bulmadan arttırarak büyük bir sorumsuzluk örneği gösterdi. Bush’un ilk Hazine Bakanı Paul O’Neill anılarında açıklar ve harcamalar konusunda uyaracak gibi olduğunda Dick Cheney’nin hep araya girip dolar gibi bir avantajı olduğundan dolayı ABD için açıkların önemli olmadığını söylediğini yazdı. Sadece federal yönetim değil ülkedeki eyalet yönetimleri de büyük oranda borçluluk içinde. Bunların en çarpıcı örneği aynı zamanda en büyük eyalet olan Kaliforniya’dır. Ama kabul etmek gerekir ki, tüm suç Amerikan siyasetçilerinde değil. Amerikan seçmeni de karamsar tablo çizenleri, gelecekle ilgili uyarı yapanları ve fedakarlık isteyenleri onları seçmeyerek ödüllendiriyor[10].


Kabaca söylemek gerekirse Demokratlar sosyal harcamaların kısılmasına, Cumhuriyetçilerse yeni vergilere adeta “teolojik” bir inançla direniyor. Çözüm olarak öne sürülenler ise pansuman olmaktan bile geride. Cumhuriyetçiler vergileri azaltmayı bir “yaşam felsefesi,” her türlü ekonomik sorunun çözümü olarak bellemiş durumdalar. Cumhuriyetçiler, Kongre ve Beyaz Saray’a hakim oldukları 2000 yılından sonraki dönemde hem vergileri indirerek hem de harcamaları arttırarak, hem de finans kurumlarının deregülasyonu nedeniyle ortaya çıkan banka krizinden çıkış için gerekli harcamaların müsebbibi olarak Demokratlardan biraz daha fazla sorumlu tutulabilecekleri halde, yine de “zeytinyağı gibi üste çıkmayı” başarabiliyorlar


Siyasi sistem kutuplaşmış durumda, politikacılar sorumlu davranmıyor, yaratıcı değiller, sadece karşı tarafı suçlamakla meşguller. Kasım’daki Kongre seçimlerinde yükü karşı tarafa yıkmaya çalışıyorlar. Halbuki sorumluluk kolektif ve aslında çözüm belli ama reçete acı. Sorunların kısa vadede kontrolden çıkması beklenmediği için kimse popüler olmayan önlemler alarak siyasi kariyerine zarar vermek istemiyor. Ama “halının altına süpürülenler” bir yere gitmiyor ve birikiyor. Her geçen gün ABD’nin sorunlarını çözmesini zorlaştırıyor, gelecekteki maliyetini arttırıyor. Siyasetin giderek “bölünme ve korku ve nefret” üzerine oturmaya başladığın ve ülkenin yönetilemez hale geldiğini söyleyenler artıyor[11]. ABD’nin mali durumu kriz noktasına doğru hızla yaklaşıyor. Sorun şu ki kriz noktasına “ansızın” gelinebilir. İki partinin de gerçekleri görerek “işlerin böyle devam etmeyeceğini” anlamak, bu acı gerçekleri yandaşlarına anlatmak, doğru soruları sormak, cesur çözümler üretmek ve bunlar üzerinde uzlaşmak ve acı reçeteleri uygulamak konusunda ciddi bir isteksizlik içinde olduğu görülüyor. Amerikan hayat standardının önümüzdeki nesilde de aynen devam etmesi mümkün değil gibi görünüyor.


Eğer zorlanmazsa Kongre’nin bütçe açığını azaltma konusunda insiyatif alması sürpriz olur.

Obama ve Kongre’nin çok da uzun olamayan bir süre için de harcamaları azaltma ve vergileri arttırma konusunda uzun dönemli bir pakette anlaşamamaları durumunda ABD sürekli “diken üstünde oturan” bir ekonomi ve ülke haline gelebilir. ABD Yönetimi ve Kongresi yatırımcılara güven veren uzun vadeli bir mali disiplin paketi ortaya koyamazsa borç verenlerin güvenine ne kadar daha süre ve hangi dercede mazhar olacaklarından emin olamazlar. Bu durum geçmişte üçüncü dünya ülkelerinde bir çok kez yaşandığı gibi bazen küçük ya da alakasız gelişen bir gelişmeden sonra ansızın ülkenin parasına ya da devlet kağıtlarına yönelik “saldırılar” yaşanmasına neden olabilir. ABD elalade bir Latin Amerika ülkesi elbette değildir ve hiçbir zamanda olmayacaktır ancak böyle giderse bu tür ülkelerle arasındaki fark giderek nitelikten çok nicelikle ilgili olmaya başlayacaktır.


Cumhuriyetçiler şimdi mali açıkları kontrol altına alma amaçlı komisyona karşı çıkıyorlar. Halbuki bu tür bir şeyi yıllarca kendileri savunmuşlardı. Bu partinin büyük ölçüde çözüm konusunda ayak sürümek, karşı tarafın her türlü önerisine karşı çıkmak ve ortaya çıkan başarısızlığın faturasını yükleyerek gelecek seçimleri kazanmaya planladıklarını iddia etmek onlara fazla haksızlık etmek olmayabilir.

Amerikan siyasetinin kutuplaşmasının, tıkanmasının ve adeta felç haline gelmesinin[12],

en önemli örneği Cumhuriyetçiler’in Senato’dan karar çıkarmak için 51 yerine süreci kilitleyerek 60 oy gerektiren filibuster seçeneğine sıksık başvurmalarıdır. Eğer bu eğilim kemikleşirse bundan sonra Kongre’den ciddi ve zorlu bir kararın çıkması iyice zorlaşacaktır. Ayrıca internet, radyo ve kablo tv gibi medya araçlarının da giderek büyük ölçüde sadece birbirlerine benzeyen kitlelere hitap etmeleri, buralarda “en çok bağıranın” prim yapması ve bu yeni medyanın siyasi yelpazenin diğer tarafının ne dediğini anlamaya çalışmak yerine ona nefret kusan kanallar haline gelmesi de bu kutuplaşmayı besliyor.


Cumhuriyetçiler açığın büyük oranda kendi eserleri olduğunu unutmuş gibi görünerek “poz yapıyorlar.” Bush iktidara geldiğinde bütçe üç yıldır fazla veriyorduve 2000’ler boyunca buna devam edeceği hesaplanıyordu. Ama Cumhuriyetçiler “hiç de muhafazakar olmayan” umarsız bir mali politika izlediler ve Bush döneminde ABD üst üste 7 yıl açık verdi. Bu yılki açığın çok büyük oranda bu mirasın bir parçası olduğu ve Obama’nın kucağında bir kriz bulduğu unutulmamalı. ABD iç siyasetinde taraf tutar gibi bir görüntü verme riski olmasına rağmen Obama’nın gerçek bir “enkaz devraldığını” hatırlatmakta fayda olabilir. Hatırlatmakta fayda olabilir çünkü bunu Amerikan seçmeninin kendisi bile unutmuş görünüyor.


Daha ekonomi henüz tam toparlanmamış ve işsizlik % 10 düzeyindeyken devlet harcamalarının kısılmasına karşı çıkan Paul Krugman gibi ekonomistler büyümeye geçilmezse talebin düşeceği, gelecekteki vergi gelirlerinin de düşeceği, böylelikle açığın daha da büyüyeceği ve ülkenin fasit bir daireye girebileceği uyarısında bulunuyor ve kendi dönemlerinde “sarhoş denizciler gibi” harcayan Cumhuriyetçilerin şimdi “bütçe şahini” kesilmelerini nefes kesen bir ikiyüzlülük örneği olarak tanımlıyorlar. Esas yapısal açık kontrolsüz artan sağlık harcamaları, yaşlanan nüfusla beraber çığrından çıkacak sosyal güvenlik harcamaları ve her seçim bölgesine dağıldığı için bütçenin dokunulmaz “kutsal ineği” haline gelen savunma harcamaları.

Durgunlukla mücadele için yapılan harcamalarla çok daha büyük boyuttaki uzun vadeli kemikleşmiş yapısal açıkları birbirinden ayırmak gerekebilir. Nobel ödüllü ekonomist Paul Krugman gibiler henüz durgunluktan daha tam olarak çıkmadan harcamaları kısmanın ekonomiyi bir kez daha durgunluğa sokarak işsizliği daha da arttıracağını, vergi gelirlerini azaltacağını ve açıkları daha ciddi boyutlara çıkaracağını savunuyor[13].

Problemin tam ne zaman patlayacağı, borç verenlerin soru işaretlerinin ne zaman ciddileşeceği tam bilinmediği için borç problemi bir çok Amerikalı için teorik, akademik ve uzun vadeli bir sorun gibi görünüyor olabilir. Bu nedenle de politikacıların büyük bir bölümü hareket etmek için bir aceleye gerek olmadığını düşünüyor ve yumurta kapıya gelmedikçe adım atmayacak gibi görünüyorlar. Ama çok muhtemelen bekledikçe ödenecek bedel artarken başarı şansı da azalıyor.


Paradoksal ve haksız bir şekilde Obama’nın devraldığı iç ve dış enkazın boyutları kendisi ile ilgili memnuniyetsizliği körüklüyor ve hem ekili bir başkanlık yapmasını hm de belki de tekrar seçilme şansıznı tehlikeye atıyor. “İki dönemlik etkisiz bir başkan olmaktansa doğru şeyleri yapan tek dönemlik bir başkan olmayı tercih ederim” diye konuşan Başkan Obama eğer bu sözü doğrultusunda hareket edeerse ABD için gerçek birşans olabilir. Obama h,ç de küçümsenmeyecek belagat yeteneğini kullanarak Amerikan halkını sorunun büyüklüğü ve derinliği konusunda eğitmeli, Kongre’de iki partiyi “yetişkin” bir şekilde davranmaya ikna etmelidir.

Ülke bir durgunluktan geçtiği için bu dönemde devletin belli bir süre harcamalarını artırması anlaşılabilir. Ancak sorun şu ki ABD’nin bütçe açığında konjonktürel bu durumun çok ötesinde yapısal ve neredeyse kalıcı faktörler vardır. osyal Güvenlik sistemi bir süredir topladığından daha fazlasını dağıtmaktadır. Kaldı ki, 2.Dünya Savaşı’ndan hemen sonra doğan kalabalık “baby-boomer” nesli emekli olmaya başladıkça Sosyal Güvenlik sisteminin genel bütçe üzerindeki olumsuz etkisi muazzam düzeylere ulaşacaktır. 45 milyon yaşlıya sağlık hizmeti veren Medicare sisteminin de fonlarının 2017 yılında tükeneceği öngörülmektedir[14]. ABD’nin bundan sonra sadece yeni kaynak bulunduğu zaman harcamaların arttırabilmesi presibini kabul ederek (pay-as-go) kendi kendini disipline etmesi gerekir.

Cumhuriyetçilerin ayak diremesiyle ve her şeye “hayır” demesiyle Obama bir yıldır en büyük mesai ve siyasi sermayesini harcadığı Sağlık Reformu sulandırılmış haliyle bile Kongre’den geçememe riskiyle karşı karşıya. Demokratlar bu reformla hem sağlık sigortası olmayan kitlenin büyük bölümünü sisteme dahil etmeyi, hem de yılda 100 milyar doların üzerinde tasarruf yaparak açığı kısmen de olsa azaltmayı umuyorlardı. Kesintiler nerede yapılabilir? İki Partiden üyelerden oluşan özel bir kesinti komisyonu kurma fikrini Reagan denemişti ama bugünkü siyasi iklimde bunun başarılı olöası biraz daha zor. Bütün kalemlere belli oranda kesinti yapmak, vergileri artırmak, savunma harcamalarını kısmak, daha az gerekli ve acil harcamaları bütçeden çıkarmak gibi yöntemler izlenebilir. Önümüzdeki dönemde başka şeylerin yanında KDV gibi Amerikalıların alışık olmadığı tüketim vergilerinin gündeme gelmesi gerekebilir. Ayrıca Başkan Obama’nın da mutlaka 250 bin doların altında geliri olanların vergilerini arttırmayacağı sözünden dönmesi gerekiyor.


Obama iki partiden de üyelerden oluşacak bir mali sorumluluk komisyonu kurmaya karar verdi. Komisyon 2015’e kadar bütçe açığını ekonominin % 3’üne nasıl düşürüleceğine dair önerilerde bulunacak. Ama komisyonun başarılı olmasının önünde ciddi engeller var. Soru nne yapılmasını gerektiğini bulmakta değil (harcamaları kısmak ve vergileri artırmanın gerekli olduğunu herkes biliyor) “acıyı vermek” için gerekli siyasi iradeyi ve cesareti ortaya koymakta. Obama’nın seçim ampanyasında verdiği 250 doların altında kazanan kimsenin vergisini artırmayacağı sözü işleri daha da zorlaştırıyor. Belki bu komisyon bunun aleyhine bir öneri sunarsa Obama bunu siyasi olarak bir kalkan olarak kullanıp sözünden cayabilir. Amerikan halkının% 87’si açık konusunda kaygı duyduklarını söylemelerine rağmen maalesef bu durum harcamaların kısılması ve vergilerin arttırılmasına kolaylıkla kabullenecekleri, bu yönde adım atanları cezalandırmayacakları anlamına gelmiyor.

SONUÇ

“Amerika hastadır”. Bu hastalık elbette ölümcül değildir ama ciddiyetini ıskalamamak gerekir. Bu yazı Amerika hakkında felaket tellallığı yapan ne ilk ne de son yazı olacak. ABD ekonomisi hakkında geçmiştede k felaket tahminleri yapıldı. Bunların çoğu boş çıktı. Doğru çıkan olumsuz tahminlerse kısa sürdü. Bu sefer durum farklı mı? Farklı olduğunu düşünmek için bazı nedenler var: Çin’in yükselişi, dış enerji bağımlılığı, eskiyen altyapı, baby boomer neslinin emekli menziline yaklaşması, kutuplaşan ve kilitlenen siyaset, ABD’nin siyasi gücünün gerilemesi, ülke içindeki iyimserliğin kaybolması, finans sisteminin yıpranması, “halının altına süpürülen pisliklerin” artık gizlenemez boyuta gelmeye başlaması sayılabilir. Bütün bu problemlerin temelinde ya da hemen yanında ise kronikleşen borç sorunu duruyor. ABD’nin bu sorunu hal yoluna koymadan süpergüçolmaya devam etmesi sürpriz olur.


Eğer ABD Hazinesi’nin kağıtlarını alarak ona borç verenler borcun sürdürülebilirliği üzerine şüphe duyarlar, bunun için daha fazla faiz isterler, paralarını yatıracak başka alanlar bulurlar ise borcu döndürmenin maliyeti, bunun ekonomik olanın yanında siyasi ve diplomatik maliyeti hızla artabilir. Kaldı ki, bu haliyle bile zaten yeterince iç karartıcı olan ileriye dönük mevcut projeksiyonlar, büyük ölçüde iyimser varsayımlar üzerine bina edilmiş olduğu için daha da kötü şekillerde de gerçekleşebilir[15].

Amerikalılar yıllarca borçlanmanın olumsuz sonuçları olmayacakmış gibi davrandılar. Politikacılar bütçeden kendi seçim bölgelerine para kırpmaya çalıştılar, harcamaları arttırıp vergileri indirdiler. FED genelde faizleri düşük tuttu. Amerikalılar “Biz Amerika’yız, herkes hep dolar almak, açıklarımızı kapatmak isteyecektir” diye düşündüler. Düzen Amerika’nın sürekli büyümesi ve tüketmesi, açıkların yabancılar tarafından sürekli ve çok düşük faizle finanse edilmesi üzerine kurulmuştu. Ancak şimdi “denizin tükenmek üzere olması” ihtimali belirdi. ABD’nin 90’lardaki Japonya gibi –yüksek açıklar, kalıcı durgunluk sarmalına girmesi riski vardır. Bugün ve yakın geçmişte ABD eylemlerinin, tüketiminin ve gücünün sorumluluğu ile yüzleşmekten kaçınan bir “ergen millet” görüntüsü vermektedir. Amerika “çukurun içindedir ve kazmaya devam etmektedir”. Borç enflasyonu, enflasyon yüksek faizi, yüksek faiz düşük büyümeyi ve o da refahın gerilemesini beraberinde getirebilir. Doların değeri ve prestiji gerileyebilir. Doların değer kaybetmesi ABD’yi nispeten tekrar hizmet ekonomisinden mamul mallar üreten bir ekonomi olmaya yöneltebilir ama bu tür bir dönüşüm en azından geçiş döneminde ciddi bir işsizlik ve travma yaratabilir[16].

Şimdi fantastik bir senaryo gibi görünse de en kötümser durumlarda ve uzun vadede iflas ihtimali dahi gündeme gelebilir. Amerika’nın hata yapma ve bekleme lüksü, Tanrı’nın veya coğrafyasının yardımı ya da rakiplerinin hata yapmasıyla kendini kurtarma ihtimali giderek azalmaktadır ama yine de imkansız değildir ama zorlu kararlar alabilme yeteneği, liderlik, şans ve dürüstlük ve yetişkinlik gerektirmektedir.

Önlem alınmazsa borç batağının önemli siyasi, ekonomik ve jeopolitik sonuçları ne olabilir: Prestij kaybı, yabancı finansmana bağlılık, başta Çin olmak üzere yabancı borç vericilere ödünler vermek, artan işsizlik, milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı, sık sık yönetimin (tekdönemlik Başkanlar) ve Kongre’nin kompozisyonunun değişmesi, siyasetin paralize olması, savunma bütçesinin kısılması, para basma ve enflasyon, iflas. Borcunun % 46’sı yabancılara olan bir Amerika dünyadaki çıkarlarını kolaylıkla koruyabilir mi?[17] Örneğin, ileride olası bir Tayvan krizinde Çin’e bu kadar borçlu olan – ve dahası ondan daha borç almaya mahkum olan- bir Amerika’nın hesaplarının ve davranış tarzının bu durumdan ciddi şekilde etkilenmesi sürpriz olmaz.

Ekonomik ve siyasi olarak gerilerken askeri gücünü koruyan kızgın bir Amerika ilginç ve tehlikeli bir karışım yaratabilir. ABD’nin içine kapanması mümkün olabilir ama çok muhtemel değildir. Ama gerçekleşirse içe kapanma iki şekilde yaşanabilir. İlkinde ABD dünyanın geri kalanına olan ilgisini büyük ölçüde kaybedebilir. Veya ABD dünya ile her türlü yapıcı diyaloğu keserek onunla sadece kavga etmek, münakaşa etmek düzeyinde bir ilişki içinde olabilir. Amerika’nın şansı –veya belki de şansızlığı- bütçe açığının kendisini dramatik bir şekilde ne zaman vuracağının tam belli olmamasıdır. Burada rakamlar kendisi kadar bunların kreditörler üzerinde ne zaman etki yaratacağıaçık değildir. Ama şu denebilir ki, artık ABD giderek borcu nedeniyle “diken üstünde” olmaya başladığı, Başkan Obama’nın kendi ifadesiyle “geceleri uykusunu kaçıran” bir borç sorunu ile yaşayacaktır.



[1] Niall Ferguson, “A Greek crisis is coming to America,” Financial Times, 10 Şubat 2010.

[2] Devin Dwyer, "Drowning in Debt: What the Nation's Budget Woes Mean for You," ABCNews, 17 Şubat 2010.

[3] Gregory Mankiw, “What’s Sustainable About This Budget?” New York Times, 14 Şubat 2010.

[4] Jackie Calmes, “Party Gridlock in Washington Feeds New Fear of a Debt Crisis,” New York Times, 17 Şubat 2010.

[5] Robert J. Samuelson, “America's candor gap on the budget,” Washington Post, 8 Şubat 2010.

[6] Joanna Slater, "Moody's Puts U.S., U.K. on Chopping Block," Wall Street Journal, 8 Aralık 2009.

[7] George Will, “A Growth Lesson from China,” Washington Post, 4 Şubat 2010.

[8] David Brooks, “The Lean Years,” NewYork Times, 16 Şubat 2010.

[9] Robert Fogel, “$123,000,000,000,000,” Foreign Policy, Ocak-Şubat 2010.

[10] Jacob Weisberg, “Down With the People: Blame the childish, ignorant American public—not politicians—for our political and economic crisis,” Slate, 6 Şubat 2010.

[11] Jackie Calmes, “Party Gridlock in Washington Feeds New Fear of a Debt Crisis,” New York Times, 17 Şubat 2010.

[12] Peter Beinart, "Why Washington's Tied Up in Knots," Time, 18 Şubat 2010; "What's gone wrong in Washington?" The Economist, 18 Şubat 2010; David E. Sanger, “Deficits May Alter U.S. Politics and Global Power,” New York Times, 2 Şubat 2010.

[13] Paul Krugman, “Fiscal ScareTactics,” New York Times, 5 Şubat 2010.

[14] Tom Raum, "US debt will keep growing even with recovery," Associated Press, 14 Şubat 2010.

[15] Gregory Mankiw, “What’s Sustainable About This Budget?” New York Times, 14 Şubat 2010.

[16] Richard A. Posner, “The Real Danger of Debt: The United States is deep in the red -- and doesn't have the political tools to get out,” Foreign Policy, 16 Şubat 2010.

[17] Judy Shelton, "The United States: Debtor and Leader? " Wall Stret Journal, 16 Şubat 2010.